Müslümanların mevcut durumuna ve parçalanmışlığına bakarak, bazılarının itiraz ettiği veya anlamsız bulduğu “İslam dünyası” tabiri, bütün olumsuzluklara ve eksikliklere rağmen yine de somut bir coğrafyaya işaret ediyor. Mağribden maşrıka kadar, Müslümanların asırlardır yaşamaya devam ettiği, ülkeler ve şehirler kurduğu, vaktiyle imparatorlukların hâkim olduğu, anıt eserlerle donatılan, İslâm’ın günlük hayatın rutinine sindiği ve görünür hale geldiği yaklaşık 8 bin kilometre uzunluğundaki kuşağa -kuzeyiyle ve güneyiyle beraber- “İslam dünyası” diyoruz. “Eski dünya” da tabir edilen bu coğrafya, asırların ötesinden günümüze uzanan serüveniyle, insanlığın bütün öyküsünün en önemli kesitlerinin de yaşandığı bölge aynı zamanda.
İslâm dünyasının tamamını gösteren bir haritayı masasına yayan bir kişi, Fas’tan ta Doğu Türkistan’a kadar, tarihin coşkulu akışını ve çatışmaların şiddetini aynı anda görür. Camilerle, medreselerle, saraylarla… Dağlarla, denizlerle, nehirlerle, göllerle… Farklı ırk ve renklerle… Değişik iklim, bitki örtüsü ve doğal zenginliklerle… Kısacası beşerî kaynak, insan eseri veya tabiat nimeti olarak coğrafyada ne mevcutsa, hepsiyle hemhal olunur. Bakışlara böyle bir derinlik yerleştiğinde ise, artık “İslam dünyası var mı gerçekten?” sorusunun ne kadar fuzuli olduğu da ortaya çıkar. Çünkü vardır ve orada dipdiri durmaktadır. Her şeye rağmen…
Bu manzarayı rakamlar ve sayısal veriler üzerinden okuduğumuzda, karşımıza çıkan tablonun en çarpıcı unsurları şunlar:
Dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 25’i (yani 1,9 milyar) Müslümanlardan oluşuyor. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da kendisini “Müslüman” olarak adlandıranların oranı yüzde 91, Orta Asya’da yüzde 89, Güneydoğu Asya’da yüzde 40, Güney Asya’da yüzde 31 ve Sahra Altı Afrika’da yüzde 30 civarında. Dünya Müslümanlarının yüzde 13’ü (yani 230 milyon) Endonezya’da yaşıyor. Endonezya, Müslüman nüfus yoğunluğu yönünden, İslâm dünyasında liste başı. Güney Asya, tek başında dünyadaki Müslümanların yüzde 31’ine ev sahipliği yapıyor. Müslümanların yüzde 20’si Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşarken, Hindistan dünyanın en kalabalık Müslüman azınlığını (yaklaşık 210 milyon) barındırıyor.
Öte yandan, Müslümanların yüzde 85’ten fazlası Sünnî İslâm’a mensup. Kendisini Sünnîliğin rakibi ve antitezi olarak konumlandıran Şia’nın oranı ise yüzde 10-15 arasında değişiyor. Bazı modern kaynaklar, İslâm dünyasındaki Sünnî-Şiî dengesini yüzde 80’e yüzde 20 olarak da veriyor. Bunların dışında -Umman’ın resmî mezhebi- İbâdîlik, tarihte Fâtımîlerin takip ettiği inanç sisteminin -İsmâilîlik- günümüzdeki uzantıları, Şia’nın Ehl-i Sünnet’e en yakın kolu Zeydîlik gibi yan akımlar da mevcut. Ayrıca bol miktarda modern dinî akım ve hatta beşerî itikat da Müslümanlar arasında boy gösterebiliyor. Onların genel yüzde içindeki temsil oranı ise marjinal seviyelerde.
İslâm dünyasının yukarıda verilen coğrafî taksim ve tarifinde, daha çok klâsik dönem esas alınıyor. Klâsik dönemden, yani imparatorluklar zamanından kalma nüfus yoğunlukları ve inanç haritaları… Ancak bugün, bütün Batılı kaynakların üzerinde ittifak ettiği bir hakikat var: İslâm, dünyada en hızlı yayılan din. Günümüzde iletişim ve ulaşım imkânları böylesine artmışken, “İslam dünyası” dediğimizde kastettiğimiz sınırların hızlı bir şekilde değişmekte olduğunu da görmek gerekiyor. Mesela şu örnekler:
Yeni Zelanda’da 15 Mart 2019’da gerçekleştirilen cami katliamı, orada yaşayan Müslümanların da “İslâm dünyası” içinde telakki edildiğini gösterdi. Ancak geleneksel tasnife göre, Yeni Zelanda “İslâm dünyası”nın epey dışında. Veya ABD’de, İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da, Rusya’da… yaşayan milyonlarca Müslüman da keza klâsik “İslâm dünyası”nın haricinde, ancak hepsi de genel Müslüman nüfusa dâhil.
Bütün engellemelere, karalama kampanyalarına ve aleyhte çabalara rağmen, İslâm’ın mevcut yayılma hızı, gelecek yüzyılda “İslam dünyası” kavramının daha geniş ve çok boyutlu biçimde tarif edileceğini gösteriyor. Bu da Müslümanlar için yepyeni tecrübeler ve yepyeni yüzleşmeler demek. Feraset sahibi olmak, o zamanlara şimdiden hazırlanmayı gerektiriyor.
Mübarek ramazanın huzur ve bereket esintilerinin başlangıcında, sözü İslâm dünyasından açmışken, “İslâm dünyasına nasıl bakmalı?” sorusunu cevaplamazsak, mesele yarım kalır. Çarşamba günü tam bu noktadan devam edelim, nasipse.
Not: Devamı aşağıda.
İslâm dünyasına nasıl bakmalı?
“İslam dünyası” diye bir coğrafya var madem, o zaman bu dünyaya nasıl bakacağımıza da kafa yormak gerek. Usulünce yaklaşım geliştirilmediğinde, ortaya pek müspet neticeler de çıkmıyor zira.
İslâm dünyasına:
– Muhabbetle bakmalı
Coğrafyamıza yaklaşımda, başlangıç noktamız her zaman muhabbet olmalıdır. Bu topraklar hasbî bir sevgiyle ve derinden sevilmedikçe, detaylarına nüfuz etmek de imkânsızdır. Oryantalist bir merak saikiyle ve kuru bilgiyle değil, tamamen ve gönülden gelen bir yakınlıkla işe başlanmalıdır. Bu önemli nokta ihmal edilirse, sonrasında ne yapılırsa yapılsın, muhakkak eksik ve kusurlu kalacaktır.
– Aidiyet hissederek bakmalı
Hz. Peygamber, iki ayrı hadisinde, Müslümanların birbiriyle ilişkisini anlatırken bir vücudun organlarını ve bir binanın tuğlalarını misal olarak zikreder. Vücuttaki bir organ rahatsızlandığında, diğerleri bu acıya ve hastalığa nasıl katılırsa, Müslümanların da birbirine yakınlığı bu seviyede olacaktır. Keza, bir binanın sağlamlığı, tuğlalarının birbirini sıkıca kavramasına ve hep birlikte o binayı ayakta tutma gücüne bağlıdır. Müslümanlar da aynı şekilde sımsıkı irtibatta olacaklar, ümmet binasını ayakta tutacaklardır. İslâm coğrafyasına bakışta, “aidiyet hissi” çok hayatîdir. Bu, yorumlara ve değerlendirmelere insaf katacak, konuşan kişi İslâm dünyasından bahsederken aynı zamanda kendisinden de bahsediyor olduğunu bilecektir.
– Önyargısız bakmalı
Önyargılar (olumsuz veya olumlu biçimleriyle), herhangi bir şeyi doğru algılamanın önündeki belki de en büyük engeldir. İslâm dünyası söz konusu olduğunda, tanımı kolayca yapılabilecek olan olumsuz önyargıların yanı sıra, olumlu önyargılardan da arınmak gerekir. Her gelişmeyi kazanmasını istediğimiz tarafa yontmak, çeşitli ülkelerdeki belli hareketleri idealleştirerek adeta günahsız addetmek, İslâm’ın en doğru formlarının daima uzaklarda yaşandığını düşünmek, kahramanlar listesini sürekli yabancı isimlerle doldurmak gibi davranış kalıpları, olumlu önyargılara verilebilecek başlıca örneklerdir.
– Gerçekçi bakmalı
İnsan hayal kurmadan yaşayamaz ve hayata tutunamaz, doğru. Ancak hayaller fazla kaçırıldığında, bu defa insan günün vazifelerine ve yapabileceği şeylere odaklanamaz hale gelir. O halde şöyle diyebiliriz: Hayal kurmaya evet, ancak İslâm coğrafyasına sadece hayal penceresinden bakmaya hayır. Gerçekler canımızı sıksa ve hoşumuza gitmese de, gerçekçi bakışı yitirmemek durumundayız. Aksi halde, coğrafyaya dair algılarımız ve kanaatlerimiz sadece zanlardan ve temennilerden ibaret kalır.
– Bilgi eksenli bakmalı
Türkiye’de yaşayan insanlar olarak, İslâm dünyasına bakışta belki de duygu yoğunluğu en yüksek milletiz. Dolayısıyla, meseleleri ele alırken duygu ve his eksiğimiz yok. Fakat altı bilgiyle doldurulmayan duygular, insanları sadece slogana ve hamasete sürükler. Bu duygu potansiyelini mutlaka bilgiyle desteklemeli, coğrafyamıza derin bir muhabbet ve aidiyet hissi içinde, gerçekçi ve bilgi eksenli bakmayı başarabilmeliyiz. Teklifim, ömür boyu devam edecek bir ısrar ve disiplinli bir çalışma gerektiriyor. Evet yorucu, ama başka çaremiz de yok.
– Çeşitliliği görerek bakmalı
İslâm coğrafyası, dünya tarihine dair bütün önemli hikâyelerin ve dönüm noktalarının yaşandığı mekânları barındırdığı için, aynı zamanda muazzam bir çeşitliliği de içerir. Dolayısıyla, coğrafyaya bakışta tek tipçilikten, at gözlüklerinden, hipermetropluktan kurtulmak gerekiyor. Bütün renkleri ve çeşitleriyle, İslâm coğrafyasını oluşturan unsurların tümünü kavrayan ve kapsayan, hepsine coğrafyanın parçaları olarak hak ettikleri değeri veren ve tamamını bağlam içinde yerlerine oturtan, kuşatıcı bir bakışla yaklaşmak… Yapılması gereken bu.
– Bütüncül bakmalı
Üstteki maddeyle bağlantılı olarak, kurtulmamız gereken bir başka handikap da, coğrafyaya “Osmanlı-merkezci” bir yaklaşım geliştirmek. Bugünkü İslâm dünyasının merkezinde, 600 yıla yakın hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan hatıralar ve tarihin kaydettiği safahat, tüm insanlığın göğsünü kabartan numunelerle doludur. Ancak İslâm tarihi Osmanlı’dan ibaret değildir. Osmanlı’nın ihtişamıyla kamaşan gözlerin, İslâm medeniyetinin diğer unsurlarına tamamen kapanması, gerçek bir talihsizlik olacaktır. Çünkü Osmanlı’yı doğru anlamak, onu İslâm tarihi içindeki yerine ve bağlamına oturtmakla mümkündür. Sadece Osmanlı’ya odaklananlar resmin tamamını göremeyeceği gibi, aslında Osmanlı’yı bile kavrayamazlar.
Yazılar Yeni şafak gazetesinde yayınlanmıştır. Sesli olarak veya aslını okumak için aşağıdaki linkleri tıklayabilirsiniz.